Kağıt Kuşlar
Diana Beltran Herrera kağıt kullanarak kuşların, yakın ve mükemmel aynı zamanda doğru reprodüksiyon ile şaşırtmaya devam ediyor. Burada gösterilen kırılgan heykeller görüntüleri ve reklam çalışmalarını kullanan birkaç lüks markalar için özel komisyonları ve parçalarından oluşan bir karışımdır.
Renklerin kullanımını çok beğendim.Gayet başarılı bir çalışma olmuş.
İstanbul Emirgan'daki S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, Türkiye ile Polonya arasındaki ilişkilerin 600. yılı kapsamında, 15 Haziran 2014 tarihinde sona erecek olan “Uzak Komşu Yakın Anılar: Türkiye - Polonya İlişkilerinin 600 Yılı” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor.
Sergi dost ülke Polonya'nın müzelerinden toplanmış Osmanlı-Türk temalı eserleri,tabloları,objeleri izleyicinin önüne getiriyor.
Sergiden bir kaç kare...
Sergi dost ülke Polonya'nın müzelerinden toplanmış Osmanlı-Türk temalı eserleri,tabloları,objeleri izleyicinin önüne getiriyor.
Sergiden bir kaç kare...
"16 Ton, insanlık tarihine ironik bir yaklaşım. Bugünkü yanlış hayatımızı neleri nerelerden nasıl çıkararak inşa ettiğimizi anlatıyor. Gele gele vardığımız serbest piyasa ve özgürlük çağı yoksa bütünüyle halkla ilişkiler faaliyeti ürünü mü? Madencilerin sefaletini anlatırken gözde bir hit parçası oluveren ’16 Ton’, yoksa sadece bir şarkı mı?"
Gazeteci, yazar ve belgeselci Ümit Kıvanç‘ın üç yıl önce yazdığı ve yönettiği 16 Ton, ismini her gün on altı ton yükleyen madencilerin ünlü şarkısından alan bir belgesel. Büyük ölçüde fotoğraf, resim, desen ve gravürlerin hareketlendirilmesiyle yapılmış bu “masa başı” film, yaklaşık bir buçuk yıllık bir araştırmanın ürünü. İnternet sitesinde ve Vimeo kanalında belgeseli bölümler halinde izleyebiliyorsunuz, internet sitesinde ayrıca filmin metnine ve ek bilgilere de ulaşabilirsiniz. Belgesel dokuz bölümden oluşuyor: Fitness Yolunda, Bronz Çağı, Ateşin Bulunuşu,Halkla İlişkiler Çağı, Yüzde Çağı, Elmas Çağı, Yazının İcadı, Radyo Çağı ve Özgürlük Çağı.
(Sanat Sosyolojisi dersinde izleme fırsatı bulduğum bu belgeseli paylaşmadan geçmim..)
“ Resimlerimle yatıştırıcı,rahatlatıcı bir şeyler söylemek istiyorum,
müzik kadar yatıştırıcı bir şey”
“On iki ayrı tablo hepsi birden
bir renk senfonisi oluşturacaklar.
…gerçekten biraz daha uzaklaşmak, bir tür renk müziği
yaratmak istiyorum”
Van Gogh’un
mektuplarından yapılan bu alıntılar, onun kendi resimleriyle müzik arasında
kurduğu bağının göstergesi…
Resim sanatının müziğe
yaklaşması 19.yüzyılda başlar. Daha önce iki sanatın bir birbiriyle pek
ilişkisi yoktu. Sanatın görevi görünen gerçeği yansıtma olduğu süre müzik resme
açıktı, ama resim müziğe değil. Resim doğayı yansıtıyor, müzik de bunu dolaylı
olarak, resim ve şiiri taklit ederek yapıyordu. Başka deyişle renk ve çizgiyle
ya da sözcüklerle dile getireni, tınılarla dile getiriyordu.19.yüzyılın
romantik gerçeklik anlayışı içinde müzik, evrenin gizemini saklayan bir dil
olarak alımlanıyor, evrensel gücün ,görünmeyenin ,sonsuzluğun simgesi oluyor .Gerçeklik
anlayışındaki bu değişim, görünen gerçekle yetinmeyen sanatçıların ilgisini
müziğe çekiyor.
Van Gogh, müziğe özel bir ilgi
göstermiyor, herhangi bir çalgıda çalmıyordu. Resim yapmaya geç yaşta
başlamıştı, ama resme duyduğu ilgi çok genç yaşta başlıyor. İlk tuttuğu iş de
bir resim alım-satıcısının yanında. Çok müze geziyor, çok okuyor, gördükleri, okudukları
üzerine çok düşünüyor. Ressam olmaya karar verdiği yıl 1880.Daha önce bir süre
kendini dine veriyor. Belçika’da bir kömür madeni işçileri arasında yaşıyor
onlara vaizlik yapıyor. Bu yıllar onun
yolunu bulamamışlığın tedirginliğini yaşadığı yıllar. Aşırı duyarlı ve çoşkulu
kişiliği onun her şeyi yoğun yaşamasına neden oluyor. Bütün amacı insanlara
yararlı olabilmek. Bunu sanat yoluyla yapmaya, yani ressam olmaya karar
verdikten sonra dinsel inancın yerini resim inancı alıyor. Başka deyişle kendi
yaratma gücüne olan inancı, Tanrı inancı kadar güçlü.”…Yaşamımda olsun, resim
çalışmalarımda olsun ,pekala Tanrı’dan vazgeçebilirim, fakat bütün hastalığıma
rağmen kendimden daha üstün olan, hayatım sayılan yaratma gücümden
vazgeçemem…Resimlerimde rahatlatıcı, yatıştırıcı bir şeyler söylemek istiyorum, müzik kadar
yatıştırıcı bir şey. Resimlerimdeki kadınlara, erkeklere, bir vakitler “hale”
nn simgelediği o sonsuzluk duygusundan katmak istiyorum, bunu renklerimin parlak
titrekliğiyle vermeye çalışıyorum.”
Demek oluyor ki
insanları yatıştıran, dinginliğe kavuşturan duyguyu sonsuzluk duygusunda, bunu
da müzikte buluyor.
Renk resme can veren
öğeydi Van Gogh için. Doğadaki yaşama en yalan olan, bu yaşamı simgeleyen öğe…Görünüşten
öze giden yol renk yoluydu .Van Gogh rengin kendi başına bir ifade gücü
olduğunu bulamamıştı. Sesler nasıl armoni bütünlüğü içinde bir araya
geldiklerinden bir tını oluşturuyorlar ve bu dille öznel ya da ortak duygular anlatabiliyorsa
renkler de öyle. Uyum ya da karşıtlıklarla birbirini tümleyerek simgesel bir
dik oluşturuyorlardı.
Van Gogh bir
iç-zorunlulukla kendini resim sanatına adamıştı. Yazgıları altında ezilenleri, daha
iyi, daha renkli bir dünya umuduyla dinginliğe kavuşturmaktı amacı. Yaşamının
son iki yılında sıklaşan krizlerin ve akıl hastanesinde kaldığı süre oradaki
yaşantılarının etkisiyle yazgısallığı çok daha yoğun yaşamaya başlamıştı. Bu
dönemde yaptığı resimlerde biçimler yersarsıntısına uğramışçasına dalgalanır, renklerse
sessizdir.
“Bir tür renk müziği
yaratmak istiyorum” demekle Van Gogh, resim sanatının renk ilişkilerinin sanatı
olduğuna inanmış olduğunu kanıtlıyor. Çok kısa süren sanat yaşamında, renk
seçimi, rengin resim yüzeyi üzerinde düzenlenişi, karşıtlıklara, uyumu, kırılması,
çizgiyle bağlantısı, kısaca renkle ilgili ne varsa bunları irdelemiş, bunlarla
bir resmin nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmüş, hesabını vermişti. Onun
resimlerini müziğe yaklaştıran da budur. Daha önce de söylediğim gibi, özellikle
son iki yılda yaptığı resimlerde müziksellik kendini daha yoğun duyurur. Bu
resimlerden ayrıntılar alıp bakıldığında, Van Gogh’un gerçekten “renk müziği”
yaratmış olduğu söylenebilir. Kandinsky’nin deyişiyle “ruhsal titreşimler”
uyandıran etkileyici rengin resim sanatına girmesinde Van Gogh öncü olmuştur.
İllüstrasyon çizim:Aykut Şerefoğlu
"Bütün kitapları okumayı görev saymıyorsak bir kitabı açmaya hakkımız olmamalı. Her satırla dünyanın bir parçasını koparıyoruz. Kitaplara başlamadan önce dünya, eksiksizdi, tamdı ve kitaplar bitirildikten sonra belki yine bir bütün olacaktır."
Rainer Maria Rilke, "Malte Laurids Brigge'nin Notları"
Rainer Maria Rilke’nın bu sözüyle yazıya başlamak tamda yerinde oldu.
Bir kitap size hayat ile ilgili her şeyi sunabilir. Evet, yanlış okumadınız. Her şeyi sunabilir. Onun istediği tek şey ilgi ve alaka. Sert konuşup kalbinizi kırmaz ya da korkutmaz. Onunla tartışabilirsiniz de ya da fikirleri size uymuyorsa rahatça söyleyebilirsinizde.Belkide gerçekten hayatınızdaki en önemli sırdaştır. Sürekli yanınızda taşıyabilirsiniz. Bir nevi öğretmendir. Beğenmediğiniz zaman bu öğretmeni değiştirme gibi şansımızda var. Ama ne olursa olsun hep başucundadır.
Bir kitabı okumak sadece harflerin bir araya gelip kelimeleri, kelimelerin bir araya gelip cümleleri oluşturduğu ve bu cümlelerin sayfalarda yer aldığı bir nesne olamaz. En azından gerçek bir okur böyle görmez. Onlara göre sohbet etmektir. Dünyadan kopup hayal alemine dalmak gibidir.
Büyük Önder Atatürk ,”Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça, aymazlık ve yıkım artar.” Derken aslında sandığımızdan daha önemli bir iş olduğunu belirtiyor. Günlük hayatta hepimiz gözlerimizle şahit oluyoruz. Kimisi “sevmiyorum”, “zamanım yok okumaya” vs. gibi bahaneler bulsalar da bu asla bir kaçış olmamalı. “Kitapsız yaşamak kör, sağır, dilsiz yaşamaktır.” diyen Seneca, kitaplardan uzak bir yaşamın, kitapsız bir yaşamın nasıl bir yaşam olduğunu vurguluyor. Yaşadığımız toplumda da kör, sağır, dilsiz yaşamların çok olduğu da bir gerçek.
Öğrenmek için, zevk ya da gösteriş için okuyanlar; sanat anlayışıyla kitabı ele alanlar ya da yalnız olaylar üzerinde duranlar; kitaptan az veya çok şey bekleyenler, seyrek okuyan, ya da durmadan okuyanlar, planlı okuyan, ya da aklına estiği zaman okuyanlar, düşünce bolluğu veya düşünce kıtlığıyla kitaba sarılanlar, zekâsı işlek veya durgun olanlar... Görüldüğü gibi çeşitli karakter ve çeşitli ihtiyaçlar bu alanda da -hayatın bütün alanlarında olduğu gibi- birbirinden çok ayrı seviyede basamak ve katların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Doymak bilmeyen hırs ve merakla kitap üzerine kitap okuyan tipe de işaret etmeden geçmeyelim. Cervantes, bunların en bilineni o garip şövalye Don Quixote de la Mancha’nın uyku durak bilmeden, şövalye romanları okuya okuya aklını oynattığını söyler. Bu, kitap okumakla girilen düş ve sihir dünyasında gerçekle ilgili sınır ve ölçülerin nasıl silinip kaybolduğuna klasik bir örnektir..
Gerçekten de iyi bir kitap okurken, en iyi bir arkadaşla baş başa sayılmaz mıyız? Yeri gelir dünyaya hükmederiz, kimi zaman kral olur kimi zaman bu büyük insanlarla aynı masada oturmak yerine küçücük insanlar oluruz.Ama hiçbir zaman bundan rahatsız olmayız.
Okumak güzeldir.Hem de fazlasıyla…
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar
Rainer Maria Rilke, "Malte Laurids Brigge'nin Notları"
Rainer Maria Rilke’nın bu sözüyle yazıya başlamak tamda yerinde oldu.
Bir kitap size hayat ile ilgili her şeyi sunabilir. Evet, yanlış okumadınız. Her şeyi sunabilir. Onun istediği tek şey ilgi ve alaka. Sert konuşup kalbinizi kırmaz ya da korkutmaz. Onunla tartışabilirsiniz de ya da fikirleri size uymuyorsa rahatça söyleyebilirsinizde.Belkide gerçekten hayatınızdaki en önemli sırdaştır. Sürekli yanınızda taşıyabilirsiniz. Bir nevi öğretmendir. Beğenmediğiniz zaman bu öğretmeni değiştirme gibi şansımızda var. Ama ne olursa olsun hep başucundadır.
Bir kitabı okumak sadece harflerin bir araya gelip kelimeleri, kelimelerin bir araya gelip cümleleri oluşturduğu ve bu cümlelerin sayfalarda yer aldığı bir nesne olamaz. En azından gerçek bir okur böyle görmez. Onlara göre sohbet etmektir. Dünyadan kopup hayal alemine dalmak gibidir.
Büyük Önder Atatürk ,”Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça, aymazlık ve yıkım artar.” Derken aslında sandığımızdan daha önemli bir iş olduğunu belirtiyor. Günlük hayatta hepimiz gözlerimizle şahit oluyoruz. Kimisi “sevmiyorum”, “zamanım yok okumaya” vs. gibi bahaneler bulsalar da bu asla bir kaçış olmamalı. “Kitapsız yaşamak kör, sağır, dilsiz yaşamaktır.” diyen Seneca, kitaplardan uzak bir yaşamın, kitapsız bir yaşamın nasıl bir yaşam olduğunu vurguluyor. Yaşadığımız toplumda da kör, sağır, dilsiz yaşamların çok olduğu da bir gerçek.
Öğrenmek için, zevk ya da gösteriş için okuyanlar; sanat anlayışıyla kitabı ele alanlar ya da yalnız olaylar üzerinde duranlar; kitaptan az veya çok şey bekleyenler, seyrek okuyan, ya da durmadan okuyanlar, planlı okuyan, ya da aklına estiği zaman okuyanlar, düşünce bolluğu veya düşünce kıtlığıyla kitaba sarılanlar, zekâsı işlek veya durgun olanlar... Görüldüğü gibi çeşitli karakter ve çeşitli ihtiyaçlar bu alanda da -hayatın bütün alanlarında olduğu gibi- birbirinden çok ayrı seviyede basamak ve katların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Doymak bilmeyen hırs ve merakla kitap üzerine kitap okuyan tipe de işaret etmeden geçmeyelim. Cervantes, bunların en bilineni o garip şövalye Don Quixote de la Mancha’nın uyku durak bilmeden, şövalye romanları okuya okuya aklını oynattığını söyler. Bu, kitap okumakla girilen düş ve sihir dünyasında gerçekle ilgili sınır ve ölçülerin nasıl silinip kaybolduğuna klasik bir örnektir..
Gerçekten de iyi bir kitap okurken, en iyi bir arkadaşla baş başa sayılmaz mıyız? Yeri gelir dünyaya hükmederiz, kimi zaman kral olur kimi zaman bu büyük insanlarla aynı masada oturmak yerine küçücük insanlar oluruz.Ama hiçbir zaman bundan rahatsız olmayız.
Okumak güzeldir.Hem de fazlasıyla…
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar
Tarihte krallıklar, imparatorluklar, devletler şiddet sahnelerini; iktidar güçlerini, zaferlerini, düşmana gözdağı vermek, zenginliklerini göstermek amacıyla sanatı çok kez kullanmışlar. Mitolojiden alınmış konular, savaş sahneleri, ölüm gibi konular sanatçıların kişisel üslupları ile yansıtılmış olsa bile eleştirel olmaktan uzaktırlar aynı zamanda. Şiddet konusu sanat tarihinde çok değişik amaçlarla çok değişik biçimlerde sanat yapıtlarına yansıtılmış. Yansıtılmaya da devam etmekte.
Örneğin 'ruhumuzun gıda'sı olabilen müzik, insanlık trajedisini (savaş, yoksulluk, ölüm) aktaran temalarla doludur. Ama bunun yanında müzik, şiddetin arka plan müziği, marşlar aracılığıyla saldırma, yok etme veya saldırılara karşı korunmayı pekiştirici de olabilmektedir. Ya da çok duygu yüklü olup kimi zaman sevginin kazandığı kimi zaman da ayrılıkların yaşandığı bir tema. Şiddetten korunmak için mimarideki köprüler, kaleler vb. inşa etmişlerdir. Yahut aşk bahçelerini süsleyen güller olmuştur. Her ne olursa olsun bu tarihsel süreçte ve günümüzde birçok şey müzik gibi simgesel biçim özelliğini kazanmıştır. Ve her olgu gibi farklı simgesel biçimlerde doğacaktır. Fakat konumuz şiddet olduğundan dolayı bu yazıda sevgiden, aşktan, kardeşlikten, komşuluktan ya da dostluktan bahsetmek biraz abes kaçabilir. Adı üstünde “Şiddet”. Ne kadar güzel olabilir ki. Gündelik hayatımızda öyle ya da böyle muhakkak karşılaştığımız ve mümkün mertebe hiç mi hiç karşılaşmak istemediğimiz kötü, çok kötü bir şey.
Doğa'da insandan bağımsız olarak şiddet yoktur; ama toplumda vardır. Tıpkı sevgi ve barış gibi, kin ve nefret de insanın beraberinde taşıdığı bir özelliktir. Doğa'da sanat da yoktur, o da insanla birlikte var olmuştur. O halde şunu diyebiliriz ki, etik ve estetik çerçevede oluşan şiddet ve sanat bir arada yaşarlar, zaman zaman da örtüşürler. İkisinin kesişme noktalarının birbiri üzerine yansımalar, birinin öteki adına kullanılması rastlantıdan öte, birey-toplum ilişkilerinin tarihinde kaçınılmaz olarak gündemde kalmıştır. Sanatta insana dair değerlerin tümü yer alır. Sanat, soylu ve yüce duygular (sevgi, barış, aşk, dostluk, sempati, hayranlık vb.) kadar, kin, nefret, kıskançlık ve daha çoğunu elde etme gibi tutkuların da yansıması olmuştur. Her şeyin yansıması…
Eee.. Peki sanatın şiddeti neydi? ”Sanatın şiddetimi olurmuş hiç” gibi soruları duyabiliyorum. Evet, sanatında bir şiddeti var. Elbette sanat bir bağlamıyla kurgudur. Kurgu aracılığıyla gerçeği anımsatır, anlatır ya da anlattığı kanısı uyandırır. Sanatın şiddeti hem kendisidir hem de içerdiği iletidir, beklentidir. Özgünlük, yenilik, üslup şiddettir. Sanat insana dolaylı ya da doğrudan dokunur, sarsar. ”Beethoven ve Wagner şiddettir. Darwin, Marx ve Freud şiddettir. Hatta Galileo ve Einstein’ da şiddettir” diyor Ahmet Oktay. Benimde en çok sevdiğim sözlerinden biridir. Paylaşmadan geçmek istemedim. Hele ki böyle bir konuda.
Bugün hemen tüm alanlarda hem de sanatta değişen gerçeklik olgusunun yarattığı bir kaos ortamında yaşıyoruz. Görsel bombardıman altındayız. Artık neyin gerçek, neyin sahte olduğu ayırt edilemez durumda olduğunu da biliyoruz. Yaşam eskiden sanata benzemek isterdi, bugün ise sanat yaşama benzemek istiyor. Yaşam ile sanat arasındaki sınırların kaldırılma iddiasının bağlamı inandırıcılıktan uzak. Sanat yaşama benzedikçe sanat olma özelliğini yitiriyor. Sanatta şiddetin, cinselliğin ve etiğin sınırları can alıcı bir yerde duruyor ve çözümsüzlük devam ediyor. Kim bilir bu çözümsüzlük nereye kadar gidecek…
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar
1okur1yazar.com
"DOBAG" kelime olarak kısaltmadır.Açık ifadesi "Doğal Boya Araştırma ve Geliştirme"dir.DOBAG Projesi,1982 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından uygulamaya konulmuştur.
Yüzlerce yıldan beri geleneksel halı dokumacılığı yapan bölgelerden ikisi;Çanakkale-Ayvacık ve Manisa-Yuntdağ dağlık bölgeleri seçilerek proje uygulanması başlamıştır.Bugün 25 köyde 400 üye aile yer alıp pazar için halı üretimi yapmaktadır.
Halılar geleneksel desenlerde sadece doğal boya ve saf yünden elde eğrilmiş iplikle dokunmaktadır.Kategorisinde en yüksek kaliteye sahiptir.Halılarda eskimiş görüntüsü vermek için;piyasada uygulanan yakma,kimyasal yıkama ve soldurma işlemleri uygulanmaz.Her Dobag halısı,kimlik kartına sahiptir.Bu kimlik kartında;bölge,köy,dokuyanın ismi,ilmek sayısı,ölçüler ve garanti numarası vardır.Bu etiket,halıların yöresel desenli ve doğal boyalı olduğunu belirtir.
Herşeyiyle tamamen doğal olan ve el işçiliğinin en güzel örneklerini gözler önüne süren DOBAG Halıları yurt dışında birçok şehirde sergilenip satışa sunuldu...
1986-Dubai,and Abu Dhabi(Birleşik Arap Emirlikleri),Türk Festivali
1986,1994-OSAKA,Ulusal Etnografya Müzesi
1987-Washington,Dünya Bankası Galerisi
...(çok fazla şehir mevcuttur.)
Her yıl olduğu gibi bu senede ilk sergisini açan Dobag Projesi,Kırım Kilisesinde konuklarını ağırladı.
Gerek kooparatif başkanları,gerek Sayın Prof.Şerife Atlıhan ve Sayın Prof.Dr.Nevin Enez'in katılımıyla verimli bir etkinlik oldu.
Özellikle Almanya ve Amerika'dan gelen konuklar çok ilgi gösterdi.
Her yıl iki kez düzenlenen bu etkinliğin ikincisinde mutlaka
katılın.Eminim sizinde hoşunuza gidecektir.
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi
Yüzlerce yıldan beri geleneksel halı dokumacılığı yapan bölgelerden ikisi;Çanakkale-Ayvacık ve Manisa-Yuntdağ dağlık bölgeleri seçilerek proje uygulanması başlamıştır.Bugün 25 köyde 400 üye aile yer alıp pazar için halı üretimi yapmaktadır.
Halılar geleneksel desenlerde sadece doğal boya ve saf yünden elde eğrilmiş iplikle dokunmaktadır.Kategorisinde en yüksek kaliteye sahiptir.Halılarda eskimiş görüntüsü vermek için;piyasada uygulanan yakma,kimyasal yıkama ve soldurma işlemleri uygulanmaz.Her Dobag halısı,kimlik kartına sahiptir.Bu kimlik kartında;bölge,köy,dokuyanın ismi,ilmek sayısı,ölçüler ve garanti numarası vardır.Bu etiket,halıların yöresel desenli ve doğal boyalı olduğunu belirtir.
Herşeyiyle tamamen doğal olan ve el işçiliğinin en güzel örneklerini gözler önüne süren DOBAG Halıları yurt dışında birçok şehirde sergilenip satışa sunuldu...
1986-Dubai,and Abu Dhabi(Birleşik Arap Emirlikleri),Türk Festivali
1986,1994-OSAKA,Ulusal Etnografya Müzesi
1987-Washington,Dünya Bankası Galerisi
...(çok fazla şehir mevcuttur.)
Her yıl olduğu gibi bu senede ilk sergisini açan Dobag Projesi,Kırım Kilisesinde konuklarını ağırladı.
Gerek kooparatif başkanları,gerek Sayın Prof.Şerife Atlıhan ve Sayın Prof.Dr.Nevin Enez'in katılımıyla verimli bir etkinlik oldu.
Özellikle Almanya ve Amerika'dan gelen konuklar çok ilgi gösterdi.
Her yıl iki kez düzenlenen bu etkinliğin ikincisinde mutlaka
katılın.Eminim sizinde hoşunuza gidecektir.
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi
Aşk ve sır dolu bir sanat olan Ebru,kökleri yüzlerce yıl eskilere giden bir Türk sanatı
olarak Orta Asya’da doğduğu tahmin edilmektedir.Bilinen il adı Çağatayca “Ebre”
olan bu sanat İpek Yolu ile İran’a geldi.Ebri (bulutumsu gibi) ya da Abru (su
yüzü) adını aldı.Anadolu’da ebru olarak anılan sanat,tarihimiz ile Avrupa’ya
gitti.Yüzlerce yıl bu isimle anıldı.
Yazıma ilk kısa bir tanımla başlamak istedim…Bu güzel sanatı
en güzel şekliyle önümüze çıkaran Hikmet Barutçugil 1988’de Dünya
literatüründe;Barut Ebrusu olarak bilinen yeni bir ebru türünü bulan ilk kişi
olarak geçti.Çok sevdiğim ve değer verdiğim Sayın Prof.Şerife Atlıhan hocam
sayesinde tanışma fırsatım oldu..Kendisi çok mütevazi,nazik gerçekten çok iyi
bir beyefendi.
Açıkcası Ebru dendiğinde hepimizin aklına ilk gelen motif
lale motifidir.Ebru demek lale demektir anlayışı vardır birçoğumuzda..Fakat
Hikmet Bey’ın 40.yıl adlı sergisinde çok farklı deneyimleri görme fırsatı
buldum…Özellikle Kur’an ayetlerini Orhun Alfabeleryle yazması,akvaryum ve çöl resim tasvirleri inanılmaz
güzeldi..İlk defa böyle bir Ebru Sanatı’yla karşı karşıya geldim..Resim
gibiydi.Çerçeveleri dahil el emeği ile
yapılmıştı.Renk kullanımları,kompozisyon biçimi,eserlerin sergilenişi..Herşey
dörtdörtlüktü..
Kendisine bu kadar güzel eserlerin nasıl ortaya çıktığını
sorduğumda verdiği tek cevap “İnanmak ve çalışmak” dedi.Gerçekten ektiği
fidanın meyvelerini gördük.
40.yıl sanat hayatı dolayısıyla yapılan sergiye birçok
sanatçı katıldı.Fazlasıyla kalabalıktı.Biraz zor resim çekebildim maalesef…
Ama şunu söylemeliyim ki benden size tavsiye eğer Ebru
Sanatı ile uğraşıyosanız,ilginiz var ise kesinlikle Hikmet Barutçugil’i takip
edin…
Nilgün Odabaşı
Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi